Bu Blogda Ara

10 Temmuz 2018 Salı

İLK ADIM

Yürüyebilmek öğrenebildiğimiz, üzerine düşünüp çalışıp gerekli sunumları yaptıktan sonra hayata geçirdiğimiz bir eylem değil. Oluveriyor. Bir bakıyorlar yürüyorsun. Sen bunu hatırlamıyorsun bile. Attığı ilk adımı, aldığı ilk nefesi hatırlayabilenimiz yok. Kendiliğinden oluyor ve hop ayaktayız.

Modern zamanlarda, sıkıcı hayatlarda, aynı kör dövüşünde, kronik tedirginliklerimizde ve en kötüsü de etrafımızda dönen dünyanın bizi umursamayışında hep başa dönüyoruz. Başladığımız noktanın etrafında usulca bir tur atıp nefes alıyoruz. Bilinçli ve kontrollü bir nefes. Adım atmak o kadar da kolay olmuyor sonrasında. Düşünüyoruz, ölçüp tartıyoruz, kantarın topuzunu kaçırıyoruz. Nöbetler geçirip minik zararsız eylemler planlıyoruz. Ardından o hatırlamadığımız ilk adımı tekrar ediyoruz. Konuyla pek bağlantılı değil ama mesela penguenler sadece ilk adımlarını atarken enerji harcıyorlarmış, sonrası hacı yatmaz. O buzul senin buzul benim ver hanım elini buralar erimeden biraz gezelim. Penguenliğin de zor yanları var tabii, ama bu beni pek ilgilendirmiyor. Dünya etrafımızda dönüyor diye tüm dertlerini sırtlanacak değiliz.

Başa dönüp duruken bir yola çıkıyoruz. İnce ve uzun bir yol. İyiler, kötüler, siyahlar, beyazlar, güzeller ve çirkinler hepsi yan yana yürüyor. Aynı gözyüzü altında, aynı güneşin doğuşuna doğru. Başlangıç ve varışın ortak olduğu, manzaranın hep değiştiği, müziğin susmadığı bir yolculuk bu. Kötüler hep kötü, iyiler hep karşımızda. Neyi görüp, kime sarılmak, nasıl bir zeminde yürümek tamamen tercih meselesi.  Hayat şöyle yaşanmalı, rakı böyle içilmeli, kadın böyle sevilmeli faşizmine boyun eğmemek gerekiyor. Aynı paralelde ilerlemek aynı baskıyı yaşamamız gerektiği anlamına gelmiyor. Sen çok kıymetlisin, bunu sakın unutma. Şimdi sağ omuzunu öpüp kendine onu ne kadar çok sevdiğini söylüyorsun ve zıplamaya başlıyorsun (Metin Hara’ya selam olsun)

Yoldan çıkmadan, adım atmanın ne kadar basit, bir o kadar da korkutucu olduğunu bize öğretenler. Bunu acımadan, düşünmeden bize yapanları umursamamak gerekiyor. Bu basit bir umursamama, onlar da kim, üzerime gelmeyin isyanıyla varılacak bir nokta değil elbette. Kaybolan bir çocuğun evine dönme isteğiyle, masum bir adamın hakime suçsuz olduğunu anlatmaya çalıştığı inançla, sevgilinin gözlerine bakarken yüzeye çıkan mutluluğun gücünü arkamıza alıp varabileceğimiz bir nokta. Yeni, biraz parlak, çokça sadeleştirilmiş, bir o kadar da havalı korkular koyuyorlar önümüze. Biz de onları büyük bir boşlukta olduğumuzu ispat etmeye çalışır gibi iştahla yiyoruz.  Yol sürüyor, adımlar adımları takip ediyor. Bir kadın görüyorsun bütün kötülükler siliniyor, müzik değişiyor, üzerineki kalın ve seni sıkan kıyafetlerin yerini hafif bir gömlekle ferah bir pantolon alıyor. Ayakların hafifliyor. Gözün yan yola kayıyor, alevlerden,  kızgın yağlardan koşarak kaçmaya çalışan biri geçiyor. Umursamıyorsun, üzerine düşünüp üzülmüyorsun. Bir diğer tarafında elinde olta takımıyla önündeki gölde balık tutan bir emekli. Adım attıkça emekliden uzaklaşıyor göl. Yüzeye vuran balıklar, ayağının dibinde boş bir kova. Uzaklardan kutlama sesleri geliyor. O kutlama seslerini bir feryat bölüyor. Ellerini tutuyorsun, ismini soruyorsun. Pek gizemli, pek güzel. Yol betondan çimene dönüyor. Ayakkabıları atıp devam ediyorsun. Aslında bir ferahlamadan çok korunmanın, sağını solunu kapatıp korunmanın pek de zamanı olmadığını idrak ediyorsun. Endişelerden ve korkulardan sıyrılında medeni ve temel görgü kurallarına vakıf bir Donald Trump’a dönüşüyor insan. Bence Trump biraz daha kibar biri olursa Melania elini tutabilir. İnsanın içini kaşıyan boşluklar, öğretilmiş korkular birer basit şehir esfanelerine dönüyor. Tamamlanıyorsun, tamamlıyorsun. Ne büyük laf ettim ama. Adabı vardır tamamlanmanın, kiminle tamamlandığına değil kime tamamlandığına bakacaksın.Yol uzun, güneş daha da yakın. Eller terliyor, adımlar adımlara karışıyor. Heyecan kalbin ritmini bozuyor.

Bir kadın sayesinde oluyor hepsi. Hepsi onunla göz göze geldiğin o anda başlıyor ve katlanarak devam ediyor. Zaman geçiyor, büyüyorsun, dünya sertleşiyor. Lavlardan kaçan adam aklını yitirip soyunmaya başlıyor. Elimde Ugandalı çocukların kanı var diye bağırıyor. Adımlarından kaçan göle olta atmaya devam eden emekli “böyle bir şey olabilir mi?” diye ağızının içinde geveliyor. Uzaklardan gelen kutlama sesi yerini siren seslerine, feryat bir bebeğin gülümsemesine bırakıyor. Güneş tam tepemizde. Önümüzde yemyeşil bir ova, sonunda beyaz bir deniz. Korkular geride kalıyor. Eller terlemeye devam ediyor.

Nasıl başardığımızı hatırlamadığımız o adımı başa alıp en korkusuz, en içinden geldiği gibi atıyorsun. Güneş tam olarak tepemizde kalmaya devam ediyor. Ayaklarımız suyun içinde. Unutmayın elastik gövdeli olmayan şnorkellerin su alma riski daha yüksektir ve bu size küçük çaplı su yutmalarına maruz bırakabilir. Ayrıca unutmadan hatırlatmakta fayda var kask hayat kurtarır.

Hepimize güzel manzaralı yollar ve rahat abiye terlikler diliyorum.


2 Ekim 2016 Pazar

boşlukları dolduralım


 Bütün hikayeler aynı şekilde başlar. Kadın adamın gözlerinin içine bakar, adam yelkenleri suya indirir, dünya birkaç dakikalığına güzelleşir, birkaç dakika sonra kadın dışındaki her şey renksizleşmeye başlar ve kadınla adam biraz daha bakışır. Sonrası klişelerle dolu bir doğum sancısı. İnsan öldükten sonra öldüğü anı hatırlıyor mu bunu bilmiyorum ama ilk nefes alışını hatırlamıyor, onda hepimiz hemfikiriz . Hatırlayan varsa gelsin anlatsın. Hatırlamıyorum ama bence ilk defa nefes almakla onun gözlerine bakmak aynı şey.  Hafifliyorsun ama bir yandan da ciğerlerin yanıyor, atmosfer ağırlaşıyor, sonra sen biraz daha hafifliyorsun.  Ayakların yerden kesiliyor, işler kontrolden çıkmaya başlıyor. Aşk böyle bir şey değil diyorsun, sonra gözlerine biraz daha bakıyorsun tertemiz bir “siktir et” diyorsun. O bakıyor ya gerisi pek de önemli değil diyorsun.  Kendine verdiğin kocam sözleri yutuyorsun, o yuttuğun kocaman sözler ensende bıçak yaraları açıyor. Öyle çok derin değil, bıçağın ucuyla. Böyle nokta nokta. Hafiften kanıyorsun. Hafiften ama, zaten çok kanıyor olsa duramazsın. Dedim ya hani bütün hikayeler aynı şekilde başlar diye, aynı şekilde de biter işte. Böyle ayakların yerden kesilir, kendine gelemezsin ama ıslanmış bir sokakta biter. Yok öyle Eylül yağmuruyla ıslanmış, az ileride bir Jazz Bar’ın olduğu bir sokak değil. Bildiğin dümdüz, belediyenin sulama aracından sızan sularla ıslanmış , iddiasız bir sokakta biter hikayeler.  Bittikten sonra nerede bittiğinin pek de bir önemi yok zaten.
     
İşte bunun gibi binlerce hikayeye tanıklık ediyor sokaklar. Her gün hem de. Her gün binlercesine. Bizse kendimizi daha kıymetli kılmak için bunları allayıp pulluyoruz. Biraz abartıyor, çokça dram ekliyoruz. Hepsi içinde savrulduğumuz büyük boşlukları doldurmak için. O büyük boşlukları büyük reklam panolarıyla doldurmaya çalışırken mutlu olmayı unutuyoruz. Birbirimize acı, dram ve memleketten gitme planları pompalıyoruz. Bence bizim jenerasyonun en büyük problemi bu. Birbirini mutsuz etmeye çalışmak. Barda yalnız başına içen adamı artık havalı bir imaj değil. Dibi görmüş olmak da hiç cool değil ayrıca. Gülmeyi unuttuk desem yeri var. Kontrolsüzce sırıtıyoruz, anlamsızca bakıyoruz. Evet anasını satayım, gülmeyi unuttuk. Boşlukları dolduralım derken gitti canım yıllarımız. Dibi görmüş olmak değil ama nefesini tutup suyun üzerine çıkmak çok cool bir durum bence. Sessiz sedasız gecelerde açmak da öyle. Sadece kendine sakladığın anlar mesela.  Ben hep şuna inanırım, eğer bir insan kendine yetebiliyorsa, kendi başına eğlenebiliyorsa o insan mutlu insandır.
   
Umutsuzluğa alışmayın.

Final çok sikko oldu, böyle üçüncü sınıf yaşam koçu tadında oldu ama olsun. Bugün de böyle olsun.


10 Şubat 2016 Çarşamba

uzak ışıklar

Küçükken hep uzaktaki ışıkları merak ederdim. Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçerken Avrupa'nın ışıklarını. Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçerken de Anadolu yakasının ışıklarını. İlk kez ada dönüşümde mesela, bütün gün sokaklarında terleyene kadar bisiklet sürdüğüm Heybeli'nin ışıklarını merak ettim. Işıklara yaklaştıkça meraklanmam gerekirken gittikçe duyarsızlaştım. Bütün merakım gitti. Yerini kendi dünyasında kurduğu uçan canavarları tokatlamaya çalışan kedileri izlemeye bıraktı. Kavga ediyorlardı. Büyük bir mücadele vardı. Fakat bir anda o büyük kavga bitiyor ve denize bakan banklarda oturan genç çiftin yanına doğru yürümeye başlıyorlardı. İçinden uzaklaştığım ışık heyecansızdı. Geride kalan hep bir sönüktü. Burnumun dikindeki ışıksa hep daha parlak ve daha cazip geliyordu. İlk uçak seyahatim mesela. Yolculuk İzmir'e... Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum ama cam kenarında olmama rağmen cama zor yetişecek boydaydım. Güç bela aşağıyı görmeyi başardım. Geceydi ve yer parlıyordu. Benim için büyük olaydı. Damar gibiydi. Kocaman bir vücudu birbirine bağlıyorlardı. Küçücük köyler, kasabalar vardı. Kocaman bir şehir de vardı. Beyin gibi. Bütün ışıklar oraya koşuyor, onda toplanıyordu. Kanat aşağıya doğru eğildi, ışıklar büyümeye başladı. Beyine doğru yaklaşıyorduk. İlk defa bu kadar fazla ışık görmüştüm. Heyecanlıydı benim için. Işıklar büyüdükçe seyrekleşmeye başladılar. Bana yine kocaman bir hayal kırıklığı. Uzaktan gördüğüm yanıp sönen şerit halindeki ışıkların üzerine indiğimiz an içimde kalan azıcık merakımı da yitirdim. Havada olmayı galiba bu yüzden çok seviyorum. Her şey elinin altında. Bütün ışıklar, bütün güzel manzaralar. En başta kendine uzaktan bakabilmen gerek. Biraz nefes alıp, sakinleşip uzaktan bakabilmek.

24 Kasım 2015 Salı

Üç telli gitar




Sene '99.. Beşinci sınıfın son dönemleri. Birinci sınıflarla hala ortak giydiğimiz mavi önlüklerden kurtulmamıza, büyük adamların giydiği ceketli kravatlı okul kıyafetlerimize kavuşmamıza günler kalmıştı. Bizim için çok büyük olaydı ve öyle kuru kuruya geçiştirmek olmazdı. O yüzden "büyük bir parti" düzenledik. Paralar toplandı. Süsler alındı. Danslara çalışıldı. Kızlara yeni giysiler alındı. Pastalar, börekler, köfteler yapıldı. Hatta sırf o güne özel bir klavyeci bile tutuldu. Büyük para harcandı anlayacağınız. Kızlar ateş böceği eşliğinde sağa saola sallanmalı gerçek birer beşinci sınıf öğrencisi gibi davranıp dans gösterileri hazırlarken bizim de bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Bende de Tarkan'dan sonra en çok Barış Manço ve Ayna kasetleri vardı. Öğretmenim tek başıma sahne almama karşı çıktı ve bir kişinin daha olması gerektiğini söyledi, zor da olsa beni ikna edebildi. Eğer iki kişi olmamız gerekiyorsa Ayna olacaktık. Erhan elbette bendim ama Cemil kim olacaktı. Cemil'i bulamadım ama ikinci Erhan'ı buldum. Sedat. O da Ayna dinliyordu ve birlikte sahne alma teklifimi düşünmeden kabul etti. Hatta o kadar istekliydi ki okul çıkışında annesiyle hemen gitar almaya gittiler. Annesi gidip ona kahverengi yerine 10 lira daha pahalı olan mavi bir gitar almıştı. Proje beğenilmiş, Cemil değil ama ikinci Erhan bulunmuş şarkı seçimine gelmiştik. Şansımıza ikimizin de en sevdiği Ayna şarkısı olan Akdeniz seçildi. Şarkımızı da seçmiştik önümüzde kalan dört günümüz ve yapmamız gereken provalarımız vardı. Her şey bu kadar yolunda gitmemeliydi. Çünkü Serkan olmak bunu gerektirirdi. Benim gitarım yoktu. Babama bana gitar al diyemedim. Anneme gittim. Anne gitarım yok dedim. Bana müsamereden sonra da çalmak öğrenmek istiyor musun diye sordu. Ben de çocuk aklımla işler daha kolay halledilir diye düşünüp yok yok vallahi istemiyorum. Cuma günü için istiyorum sadece dedim. Ben annemden "iyi o zaman, sana tek kullanımlık gitar alalım" cevabını beklerken (tek kullanımlık gitar da neyse artık) annemden iyi o zaman gitar almamıza gerek yok Serkan cevabı geldi. O an yaşadığım üzüntüyü anlatamam size. Gitarsız bir Erhan olamazdı, olmamalıydı. Üzüntüm fazla uzun sürmedi. Annem hemen şahane bir fikir sundu. Git Nihat abinden iste dedi. Müsamereden sonra geri vereceğini söyle o seni kırmaz diye de ekledi. Nihat abi bizim apartmanın en üst katında oturan esasında jeoloji mühendisi fakat öğretmen eşi Didem ablayla birlikte müzik yapan. Çalıp söyleyen şahane bir insandı. Üstelik evlerinde internete bağlanabilen bir bilgisayarları bile vardı. Zaman zaman onlara gidip o mekanik sesle birlikte internete girer Yılan Hikayesi dizisinin fotoğraflarına bakardım. Beni de çok severlerdi. İnanmazsınız belki ama çocukken gerçekten sempatiktim. Utana sıkıla iki kat daha çıkıp Nihat abilerin kapısına geldim. Kapıyı çalmadan önce müthiş bir çekingenliğin yanında Nihat abinin bana o şahane gitarını verip ''al Serkan bu gitar bundan sonra senin. Cuma günü bununla o şarkıyı çal ve okulun bütün kızlarını kendine aşık et'' dediği sahneyi düşünüyordum. Motive olduktan sonra kapıyı çaldım. Didem abla açtı. Pek sevecendi Didem abla. Ne yapıyorsun diye sordu. Nezaket kuralları gereği iyi olduğumu söyledikten sonra benim de kendisine halini sormam gerekiyordu ama sormadım. Öküz olduğumdan değil, heyecandan hemen Nihat abi evde mi acaba diye devam ettim. Nihat abi evdeydi, beni salondan görünce gelsene diye seslendi. Terliklerimi koridora fırlatıp koşar adımlarla yanına gittim. Hızlıca çıktığım merdivenlerin yorgunluğunu atamamış olmamın üzerine bir de bir şey isteyecek olmamın verdiği utanma duygusu eklenince hızlıca konuşmaya başadım. Şey, bizim cuma günü müsameremiz var da Nihat abi. Bana gitar lazım ama sadece bir günlüğüne. Yani cuma günü hemen geri getirir diye geveledim. Bir yandan da salonun köşesinde duran pek havalı olan Sedat'ın mavi gitarını bin kere dövebilecek gitara bakıyorum. Gülmeye başladılar. Bana gülüyorlardı. O an ne kadar mümkün olmayan bir şey istediğime güldüklerini düşündüm. Aslında hiç böyle insanlar değillerdi şaşırdım, demek ki kötü insanlarmış diye düşündüm. Nihat abi gülmesini yavaşça bırakıp tamam sakin ol, sana gitar vereciğim dedi. Ben nedense salonda duran o gitara doğru yürümeye başladım ve ''bunu bana verdiğiniz için çok teşekkür ederim'' dedim. Bu sefer şaşırma sırası onlardaydı. Yok Serkan o çok büyük sana daha rahat çalabileceğin bir gitar vereceğim dedi. Küçük odaya gitti bir iki dakika sonra alinde gerçkten küçük bir gitarla geldi. Çocuk menüsü gibi duruyordu diğerinin yanında.  Nihat abi üstündeki tozu silmeye başladı. Al bakalım bu senin gitarın artık dedi. Gerçekten gitarı bana verdi. Artık bir gitarım vardı. Fakat üzerindeki eksikliği anlamam fazla uzun sürmedi. Altı teli olması gerekirken üç teli vardı. Bunun neden üç teli yok demeye hakkım yoktu. Fazla zamanın yoktu, teşekkür edip yeni gitarımla birlikte eve gittim. Siyah gömleğim, siyah pantolonum ve güneş gözlüğümün yanına üç telli gitarım da gelince Ayna'nın Erhan'ı olabilmiştim artık. Ertesi gün gitarımı okula götürüp hava bile basmıştım ''okul çıkışında provamız var'' diyerek. Okul çıkışında Sedat'lara gidip Akdeniz şarkısına kendimizde hazırladığımız çocukça ve bir o kadar da salakça sahnemize çalıştık. Bütün beşinci sınıfların anneleriyle birlikte katılacağı dev partiye hazırdık artık. Müsamere günü geldi çattı. Okul müdürü, öğretmenimiz her ne kadar uzun konuşmalarıyla bizim günümüzü baltalamaya çalışsalar da sıra bize gelmek üzereydi. Bu hayatta hep çok basit goller yediğimi düşünürüm. Boşa değil. Hazırlığını yaptığımız ''Akdeniz'' şarkısı teknik nedenlerden dolayı çalınamayacağı için bizim paralarımızla gelen klavyecinin listesinde olan ''Dön Bak Ayna'ya'' şarkısını çalmamız gerekiyormuş. Moraller sıfır, biz şok. Sedat ağlamaya başladı. Ben bilmiyorum o şarkıyı çıkmam sahneye demeye başladı. Ulan gitarının üç teli eksik olan benim. Sana ne oluyor di mi? Adam playback şarkıcısı attığı tribe bak. Annesi geldi, sınıf öğretmenimiz geldi güç bela ikna ettik Sedat'ı. Çıktık sahneye, aldık alkışımızı. Havalıydı ama deli gibi de heyecanlıydık. Şarkının Rusputin çalıntısı introsu girdi ve çalıştığımız şarkıyla hiçbir ilgisi yoktu. Salak salak zıplamaya başdık. Şarkının ''dön bak'' kısımlarında elbette beşinci sınıf öğrencisine yakışır gibi aynı anda arkamıza döndük. Ayna diye çıktığımız sahnede Süheyl ve Behzat kardeşlere dönüşmüştük ama eğleniyorduk. Hatta ben bir ara elektronik gitarın solo attığı yerde kendimi kaptırıp dizlerimin üzerine çöküp solo atıyormuş gibi bile yaptım. Şarkı bitti sahne selamımızı verdik ve karşılığında da büyük bir alkış aldık. Her şey çok güzeldi. Perdenin araksına geçtiğimizde bütün kızlar bize hayranlıkla bakıyorlardı. Aralarından bir tanesi çıkıp ''orada gitarı sen mi çaldın Serkan?'' diye sordu. Ben de hiç utanmadan evet dedim. Sahne hayatını zirvede bıraktığım için mutluyum.

9 Kasım 2015 Pazartesi

Kolombiyalı Kapıcı

Mevsim havanın yazı çoktan terk etttiği, kışla flörtleştiği o kararsızlığın ağırlığına mahkum olduğu ara dönemdeydi. Belki de tüm insanlık için kötü bir ön sevişme tadında bir sınavdı bu geçiş dönemi. Evden çıkmadan geçirdiği üçüncü günün akşamıydı ve en uçlardaki hücrelerine kadar nikotin dolmuştu. Sonsuz bir döngüye girmişti. Uyanıyordu, sigara yakıyordu, gönlü sade kahveye doğru kayıyordu. Sade kahvesini içtikçe daha çok sigara yakıyordu. Bu döngünün hızını ve dengesini koruyabilse hiçbir sorun olmayacaktı ama her güzel şey gibi bu da bir yerde tökezliyordu. Her gün bulutların sakladığı güneş öğlen vaktini devirdikten sonra kapıyı Hasan abi çalıyor hiç konuşmadan on lirayı alıp adını tam söyleyemediği beyaz paketli sigarayı getiriyordu yirmi dakika sonra. Bu hikayenin devamını sağlayan da Hasan abiydi ona göre. Hasan abinin ikinci adı da Hüseyin'di. İkinci adı olan insanların nedense anne tarafı Kolombiyalıymış gibi geliyor bana. Hasan Hüseyin Rodriguez Zapata o gün de tam saatinde kapıya gelip parasını almış, Görkem tam kapıyı kapatırken ''Görkem kardeşim, bak ne diyeceğim sana. Bak pırıl pırıl delikanlısın çık, hava al gez şöyle ortalık kız kaynıyor. AVM'ye git, sitenin bütün kızları orada, tanışırsın fena mı olur'' diye Görkem'e üstü pek de kapalı olmayan bir şekilde ''çık ve zamparalık yap'' komutu vermişti. Görkem ''sağolun sayın Zapata'' diyerek kapıyı kapattı. Hasan Hüseyin ve Rodrigez ve hatta bir o kadar da Zapata bey biraz şaşkın, biraz da bu bana küfür mü etti bakışıyla karşı dairenin kapısını çaldı.
Görkem döngünün kilit adamından hayati dolgu malzemesini beklemeye koyulurken nefes egzersizi yapmaya başladı. Hayattaydı ve hiç şüphesiz yaşamanın değerini en iyi o biliyordu. Bu nefes egzersiziyle de hayatta oluşunu kutluyordu. Bir yandan da bu yaşına kadar emin olduğu tek şey bu dünyada hiçbir şeye şaşırmaması gerektiğini düşünüp bu konuda ne kadar da doğru bir sonuca vardığını düşünüp kendisiyle gurur duyuyordu. Bence de doğru bir varım fakat bu kadar da abartması fazlaydı. Başını iki elinin arasına alıp toparlanması gerektiğini düşündü. Karşısında tam dört gündür toplamadığı yatağı vardı ve toparlanmaya en yakın ve kolayından başlaması gerektiğini düşünüp yatağını toplamaya karar verdi. Topladı da sorun çıkmadı, çünkü başlamak başarmanın yarısıysı. Yatağını toplarken eve meteor düşmemiş, beklenen ''Büyük İstanbul Depremi'' olmamış ve en önemlisi yorganını koyarken tek yayı bozuk baza kafasına düşmemişti. Her şey yolundaydı ve hayata karşı  mücadele arzusu bir gömlek artmıştı. Fakat içinde inanılmaz mutlu olduğu girdaptan da o kadar kolay çıkmaya pek niyetli değildi. Bu evet, büyük bir başlangıçtı ve bir süre bununla idare edebilirdi. Kapı çaldı. Tokmağa iki defa aralıklı vurularak. Bu Rodriguez Zapata'ydı. Aralarında bir tür şifreydi bu. Başka türlü kapıyı açmıyordu Görkem. Bunun halı yıkama makinası satmaya çalışanından doğalgaz borusununun ıvırını ölçmek için geleninden sitenin zıvırı için imza almaya gelen yöneticiye kadar uzayan ciddi ve gereksiz bir liste vardı. Görkem günün nimetini toplamak için kapıyı açtı ve karşısında Gümüşhaneli Hasan abi yerine kolları güllü orta kısmı saiyah parlak gömleğiyle Rodriguez Zapata vardı. Görkem'in kulağına sakince yaklaşıp ''senin sigaradan kalmamış ben de kırmızısından aldım'' dedi. Görkem şaşkınlığını pek de belli etmemeye çalışarak kapıyı kapattı. Önünde kocaman bir gün vardı o günü de boğazını soba borusu gibi tıkayan kırmızı sigaradan içerek geçirecekti.
Aynı gün içinde bu kadar aksiyon fazlaydı. O artık yatağını toplamış ve sigarasını değiştirmiş bir adamdı. Bu kadarı gerçekten fazlaydı. Yatağına uzandı ve tavanı izlemeye başladı. Kaldırımların altında kumsal yok ama tavanların üzerinde yıldızlar var diye söylendi. Eski sevgilileri aklına geldi, sevgili olamadığı o güzel kızlar da. Belki de uzaktan sevmekti aşkların en güzeli. Bu ihtimali sevip biraz mutlu olmaya çalıştı. Bir yandan da babasının cumartesi günü seni maça götüreceğim dediği ve o cumartesi gününü bir türlü getiremeyen çocuk heyecanıyla akşam olmasını bekliyordu. Mutlu olma çabalarının arasında az önce güç bela sıyrıldığı uykusuna yenik düştü.
Gözünü açtığında akşam dokuz olmuş ve hafif aralıklı penceresi odasını Norveç'in okyanus kıyılarına çevirmişti. Yattığı yerden pencereye uzanırken tüm pencere üreticilerine saygısını sunmayı eksik etmedi. Ağrısız ölmek için yaşayan bir adam için fazla aksiyonlu bir gün geçirmişti zaten ve bu kadar büyük askiyondan sonra hasta olmayı hiç istemiyordu. Uzun uzun cümlelerden oluşan isimlere sahip yeni grupları dinlemeye başladı. ''Eğer bir değişime başladıysam bunu hemen sürdürmem'' gerekir dedi. Yarın evden çıkmadan geçireği dördüncü günü olacaktı. O dört gününü evde gömerken çok büyük ihtimalle ardına bakmadan çekip giden hafif ama bir o kadar da güzel Tuğçe arkadaşlarıyla bilmem nerelerden bilmem nerelere gidip gününü gün ediyordu. Kendisine yaşattığı bu kabir hayatından kurtulması lazımdı. Rodriguez Zapata'nın ''AVM'ye git, bütün sitenin kızları oraya gidiyor'' önerisi elbette fazlasıyla uzun boyluydu. En azından Zapata'ya sigara aldırmayabilirdi. Bu işi kendisi yapabilirdi ve yapmalıydı. Kararını verdi, yarın o döngüyü kendi elleriyle devam ettirecekti.
Sabah oldu, kırmızı paketin neredeyse yarısı doluydu. Yüzünü yıkadı, yırtılsam mı yoksa böyle yaşamaya devam mı etsem diye düşünen terliğine ayaklarını daldırıp aynen devam etti. Kapıda Hasan Hüseyin üçüncü denemede ulaştığı erkek çocuğuyla sitenin parkını izliyordu. Görkem'i görünce ''nihayet çıkmışsın, babanları arayacaktım vallahi'' diye saçma sapan takıldı. Görkem başıyla ''eyvallah abi'' diyerek devam etti. O, ağrısız ölümü beklediği odasında yaptığı nefes egzersizlerinin ''e''sini bilmeyen insanlar vardı. Biraz tiksinerek baktı etrafına. Bakkala girdi iki paket sigara biraz kuruyemiş bolca çikolata aldı. Hesabında ne var ne yoksa bakkala bırakıp siteye doğru yürümeye başladı. Hava birden karardı, arabaların altından sisler çıkmaya başladı, karşıda bir ışık belirdi. Işığın önünde de bir adam. Uzun boyluydu, mahallenin delisi Dursun kadar. Üçüncü sınıf bir Amerikan filmi sahnesi gibiydi. Görkem'de kensinin yoldan geçen adamı oynadığını düşündü. Çünkü bu hayatta hiçbir zaman başrol olma fırsatını yakalayamamıştı. Evin bile ikinci çocuğuydu. İnceden inceden kaldırıma çıkıp olan biteni izlemek için kendisine araba arkası yarım bir duvar aradı. Işığın önündeki adam yaklaşıyordu ama karşısına çıkacak kimse yoktu. Sahneye biraz havalı bir giriş yapacak diye düşünüyordu Görkem. Belki de helikopterle gelip ışığın önünde yürüyen adamın üzerine atlayacaktı. Adam yürüyüşünü kaldırıma çıkıp Görkem'e doğru devam ettirdi. Üzerinde mafya filmi pardesüsü olduğu belli oluyordu artık adımlarının sesi daha netti. Elli yaşlarında hafif beyaz saçlı, boş bakışlı bir devdi bu adam. Ve mahallenin delisi Dursun'un ta kendisiydi. Epey deyakışıklı görünüyordu. İlk defa rol kesebileceği bir sahnenin içindeydi bu sefer, içten içe sevinmeye başladı.  Görkem'in yakasına yapışıp söyle bakalım genç adam dünya mı güneşin etrafında döner yoksa güneş mi dünyanın etrafında mı döner diye sordu. Görkem de Zapata'nın kendisine yaklaştığı gibi Dursun'a yaklaşıp ''bunu duymamış olayım. elbette güneş dünyanın etrafında döner'' dedikten sonra adam ''helal be sana genç adam'' diyerekten bastı kahkahayı. Ona Görkem'de katıldı. Karşılıklı olarak kontrolsüzce ve sinir bozucu bir şekilde gülen iki adam vardı kaldırımda. Kahkahaları ozon tabakasına zarar vermiş bile olabilirdi.
Uzun adam bir anda ciddileşip ''peki poşette ne var, söylesene' diyerek ortama sorgu odası havası kattı. Görkem yüzünü asıp gözlerinin içindeki o alaycı bakışı bozmadan bomba var dedi. Ve o anda kıyametın son evresine girildi. Kadınlar cama çıkıp bomba diye diye bağırmaya başladı. Binaların balkonları yıkılıp kolları çıktı. Bodrum kat depolarında kendileri daha gelişmiş medeniyetlere kaçıracak kamyonları bekleyen mülteciler kaçışıyorlardı. Gök birden kızıla dönmüş ve kum fırtınası çıkmıştı. Görken olan biten karşısında delice seviniyordu. İlk defa esas oğlanı oynuyordu ve gerçekten büyük bir prodüksüyonun içindeydi. Az önce düşündüğü üçüncü sınıf Amerikan filmi fikri gitmiş, yerine en azından akademiden iki ödül koparabilecek bir film projesi gelmişti. Uzun adam adam boğazı patlarcasına poşette bomba var diye bağırmaya devam ediyordu. Esasında korkunç bir sahneydi ama Görkem'in keyfi yerindeydi. Uzaktan helikopter sesleri geliyordu. Gittikçe yaklaştı, kafasını göğe çevirdi. Uzun menzilli spot tam da kafasının üzerindeydi. O an kendisini kırmızı halının sonunda ulaştığı salonda ödül konuşmasını yaparken hayal etti. Sahnedeydi. Annesine teşekkürle açtığı konuşmasına belki utanır diye hafif kız Tuğçe'yi de dahil etti. Helikopterden sarkan iplerden özel tim polisleri tepesine doğru iniyordu. Her şey çok güzeldi Görkem' göre. Birinci sınıftı. Polis amiri elindeki leğenden bozma megafonla Görkem'e bomba dolu poşeti elinden bırakıp yere yatmasını söyledi. Yakaladığı bu aksiyonu sonuna kadar götürmeye kararlıydı. İkaz üzerine ikaz geldi. Görkem kafasını kaldırıp ciddiye almadı. Çevresini bir anda onlarca özel tim polisi sardı. Yer kabuğu yarılmaya başladı ama dünyanın en büyük derdi bu poşetteki bomba zannedilen az kuruyemiş ve bolca çikoltaydı. Ve de beyaz paketteki sigarası. Özel tim çemberi daralttı. Silahlar dolduruldu. Uyarılar yapıldı. Görkem kararlıydı, pes etmeyecekti. Uçuracağım ulan hepinizi diye haykırdı. Peşinden kendi sahasında gol yiyen takım taraftarı sessizliği çöktü sahneye. Polisler bir kişilik bir koridor açtı. Koridorun ucunda elinde silahı, üzerinde kolları güllü siyah gömleğiyle Hasan Hüseyin Rodriguez Zapata vardı.
Görkem'e doğru yaklaşıp ''bu ölümü sen istedin genç adam, bu sonu sen yazdın. Ben sana git  AVM'de güzel kızlarla tanış dedim sen ne yaptın gittin benim ekmeğimi elimden almaya çalıştın'' Bu sonu sen yazdın diye tekrarladı. Zapata'nın silahından çıkan isabetli mermi genç adamın ölmesine yetti. Yerde yatan bedenini yavaşça izlemeye başlayan Görkem ne özel tim, ne kaçan insanlar, ne de Mahmutpaşa ürünü gömlekli Kolombiyalı kapıcıyı gördü. Yerde tek başına yatıyordu ve sakağın sonunda ellerindeki silahlarıyla birbirlerine kırmızı çarpılar atan adamları gördü. Bu onun kanatları olmadan uçabildiği ilk gündü.

31 Ekim 2015 Cumartesi

BLÖF

Adam, mutfakta kendisine kahve hazırlarken salonda oturan kadına ''bence bu mevsimde Karadeniz Turu yapmak hiç mantıklı değil'' diye seslendi. Sade ve sert kahvesini hazırlayıp salona doğru yürümeye başladı. Uyumaması gerekiyordu, Neslihan'ın ısrarla istediği şu Ekim ayında yapalım dediği tatili planmaları gerekiyordu.  Kadın başını bilgisayardan hafifçe kaldırıp sanki ağzının içinde kabuklu fındıkdılar varmış da bir yandan da onları kırmaya çalışıyormuşçasına dişlerini sıkarak ''Bıktım senden artık, ne istediysem yok diyorsun. Hep senin istediklerin oluyor. Batu bey Kaş'a gidelim diyor, gidiyoruz. Ben dışarı çıkalım bir temiz hava alalım diyorum ama olur mu Batu efendi çok yorgunmuş evde oturması gerekiyormuş, o yüzden evden çıkmıyoruz. Bıktım senden anlıyor musun? Bıktım. Ayrıca ne o öyle geldiğin zaman gitmek bilmiyorsun, bari kiraya ortak ol. Benim evimde benden daha çok kalıyorsun'' diye ağzından alevler çıkarttı.
Batu tam 5 aydır işsizdi ve Neslihan Batu'nun nasıl büyük sıkıntılar çektiğini çok iyi biliyordu. Neslihan'ın bu tepkisi 4 yıllık ilişkilerinin 5 aylık sıkı yönetime dayanamadığını gösteriyordu. En azından Batu bu şekilde yorumlamıştı. Zaten tatile de dedesinden kalan küçük dükkanının yıllık kirasıyla gideceklerdi. Batu beş parasızdı ve Neslihan çok öfkeliydi. Batu o kadar parasızdı ki cebinde kalan son 20 lirasını da Neslihan'a gelirken sigara ve kola alarak harcamıştı. Cebinde kala kala altı tane bir lira kalmıştı.
Batu elindeki kahve fincanını kitaplığın üzerine bırakıp yatak odasına doğru yürüdü Neslihan salonda ''Alt tarafı tatil ya, dört günlük tatile de gidemiyorsak ölelim biz'' diye söyleniyordu.  Batu odaya girdiğinde artık eski hayatının olmayacağının farkına vardı. Açık olan camdan içeriye giren yağmurun sesi midesini bulandırdı, bu evden bir an önce çıkması gerekiyordu artık. Dolabın üstündeki sırt çantasını alıp evdeki eşlarını toparlamaya başladı. Üç tane tişörtü vardı, onları koydu önce. Neslihan'ın ismini çok beğenip ama asla okumadığı, Batu'nun da Neslihan'a layık göremediği kıyı kasabası hikayeleri olan kitabını attı çantasına. Artık ''olduğuz kadar bile güzel değiliz'' diye mırıldandı. Uçakları çok severdi. Geçen yıl çok fazla uçuş yaptığı için devlet havayolları büyüğünden bir uçak maketi hediye etmişti Batu'ya, o da bu evdeydi. Meketi güzelce söküp çantaya yerleştirdi. Pantolonunu giydi, çantayı sırtlandı bir daha asla gelmeyeceği bu evi biraz burukluk, biraz da öfkeyle izleyip kapıya ulaştı. Neslihan'a uzun uzun bakarak ''bitirmişsin sen bizi, çoktan bitmişiz de okeye dönüyormuşuz zaten'' diyerek evden çıktı.
Hava yağmurluydu, soğuktu ve saat çok geçti. Gecenin üçü olmuş hiç utanmıyormuş gibi bir de üçü yirmi geçiyordu. Batu ıslandığına mı yansın, sevgilisinden ayrıldığına mı yansın yoksa bu saatte eve nasıl gideceğini bilemediğine mi diye karar vermeye çalışırken siteden çıkıp caddeye kadar yürüdü. ''Zamanında çar çur etmek yerine alıcaktın oğlum bir araba düşmeyecektin bu hallere'' diye kendisine ayar verdi. Yolda birisini görse ondan para isteyip taksiye binecekti, o noktaya gelmişti ama kimse yoktu. Kimsenin olmasını geçti in cin bile top oynamıyordu, onlar bile evlerine dönmüşlerdi. Saçakların altından aldan yürüyordu, tam yirmi dakika geçmişti. Artık umudunu iyice kaybedip taksiyle kırk liraya gittiği evine yürüyeceğini düşündüğü anda yerdeki yağmur sularını yara yara gelen taksiyi gördü. Yola atlayıp el etti, durdurdu taksiyi. Dumandan taksiciyi göremedi ilk başta. Taksici sağ ön camı açınca içerideki duman biraz dağıldı, taksiciyi az çok görebiliyordu artık. Atla abi atla sokak köpeği gibi ıslanmışsın diyerek kapıyı açtı taksici.
Batu ıslandığına mı yansın, cebinde altı lirayla İstanbul'un en seri sigara içen taksicinin taksisine bindiğine mi yansın bilemedi. Taksici nereye diye sordu. Levet dedi Batu. İlk beş dakika sadece taksiye radyodan katılıp ''derdime derman meyler, dilim ismin heceler, seni benden aldılar, hain geceler'' diye ortamı yavaşça germeye başlayan Cengiz Kurtoğlu konuşuyordu. Aklına Neslihan geldi, kesin uyumuştur şimdi. Taksici önce Batu'ya sonra da kucağındaki çantaya baktıktan sonra Cengiz Kurtoğlu'ndan sözü alıp konuşmaya başladı. ''Sizin de işiniz zor vallahi abi. Uyuşturucusu var, hırsızı var, katili var, var oğlu var İstanbul'da. Ben vallahi size büyük saygı duyuyorum, ne zaman bir polis görsem durur halini hatırını sorarım. Ana baba kuzusu hepsi sonuçta, memleket onlara emanet en nihayetinde'' diye pası Batu'ya attı. Batu taksicinin bu yanılgısını fırsata çevirebileceğini düşündü ve ''Bence de polislerin işi zor, senin hiç tanığın polis var mı?'' diye sordu. Taksici ''yoktu ama sen oldun ya şimdi abi, var artık'' dedi. Batu taksiciye polis olmadığını söyledi, hem merak ederek nasıl böyle bir sonuca vardığını sordu. Taksici çantasındaki uçak maketini silah zannetmiş haliyle de Batu'nun polis olduğunu düşünmüştü.
Yol yavaş yavaş azalıyordu. Önlerinde on beş dakikaları ve cebinde altı lirası vardı. Aklındaysa Neslihan, nasıl olur da bir tatil yüzünden bu noktaya gelirlerdi. Ben burda,  gecenin bu vaktinde deli gibi yağan yağmurdan zatürre olmamak için mücadele ederken o kesin uyumuştur şimdi diyordu. Uyku zaten yarı ölüm hali değil miydi. Neslihan artık bir ölüydü onun için, Neslihan için de Batu. İkisi de uykuya dalmışlardı aslında.  Bütün duyguların katili olan taksici ''ee abi polis değilsen ne iş?'' diye göz ucuyla silah zannettiği uçak maketinin çantadaki kabarıklığını gösterdi. ''Karışık işler'' dedi, gizem yarattı bir anda. Bu gizemi çözmek tam bir taksici işiydi. ''Özel güvenlik misin?'' diye devam etti. Batu yarattığı gizemin rüzgarına kapılıp yasadışı işlerle uğraşıyormuş gibi ''kirli işler kardeşim, kirli işler'' diye baktı taksiciye. ''Metroyu geçtikten 200 metre sonra indir beni'' diye uyardı merak ettiği gizemden gerginliğe sürüklenen taksiciyi. Sonra da ''Biliyor musun, çok üzülüyorum böyle olunca. Yani nefes alan, yaşayan birisini ortadan kaldırmak. Onun son nefesini verirken yalvarışlarını izlemek. Ne bileyim, tuhaf oluyorum iki üç gün kendime gelemediğim oluyor bazen. Bazen de yemekten sonra sigara yakmak kadar doğal geliyor. Birileri bir hata yapıyor ben de o hataları cezalandırıyorum. Hayat hiç adil değil güzel kardeşim. Paran kadar güçlüsün, paran kadar sevilirsin ve ne yazık ki paran kadar adam yerine koyarlar seni. Büyük bir sahne bu şehir. Jönler de var figüranlar da. Bana bak, ben bildiğin yardımcı erkek oyuncuyum. Sen sakın figüran kalma bu hayatta tamam mı?'' diye kendi yarattığı bir kiralık katilin ağzından konuştu. Metroyu 200 metre geçmişler, taksicinin gerginliği korkuya dönüşmüştü. Yanında daha yeni cinayet işlemiş bir adam oturuyordu. Batu dijital aynada yazan   kırk dört lirayı görüp ''ne kırk dört lirası burası yazsa yazsa kırk yazar, hadi bilemedin en fazla kıkrk iki olur'' diye çıkıştı. Takcisi can havliyle ''abi lafı mı olur, ne kırkı ne kırk dörtü bir de senden para mı alacağız allah aşkına gözünü seveyim'' diyerek aslında yanında oturan katilden canını bağışlamasını istedi. Batu yavaşça arabadan indi, kafasını içeriye uzatıp bir kez daha ''Sen sakın figüran kalma bu hayatta tamam mı?'' diye ayarını verdi, kapıyı kapattı. Tasici altındaki Albea'yı bağırta bağırta yağmurun arasında gözden kayboldu.
Elinde üç dört parça eşyasının olduğu çantası, cebinde bir sigara almaya bile yetmeyecek altı tane bir lirası ve bitirdiği o asla ''biz mutlu insanlar olacağız Neslihan, hep mutlu olacağız'' diye gelecek hayali kurduğu ilişkisiyle apartman girişine geldi. Evinin kapısındaydı, ıslanmıyordu ve uyku vardı.

2 Ekim 2015 Cuma

Ağır, Mutlu ve Yorgun ölümler.

''Ağır, Mutlu ve Yorgun ölümler'' Nasıl? boktan bir blog yazısı için fazla havalı bir isim değil mi? Öyle olması gerekiyor satabilmem için. Hep daha fazla ilgi görmek istiyoruz çünkü. İlgiyi gördükten sonra da söz hakkını elimize alıyoruz ve gösteri başlıyor. Niyet ediyoruz. Bizi iyiye biraz daha yakınlaştıracak temiz görünümlü iyi niyetlerde bulunuyoruz. Piyango size çıkarsa ne yapacaksınız diye soran muhabire hiç düşünmeden fakirleri doyurup iyilik yaparım diyen adam geliyor aklıma. Yalanının farkındayız, o da bunun farkında. İyilik yapma ihtimali bile onun vicdanını rahatlatıyor. Hayatı hep günün birinde güzel yaşayacağım diye kovalıyor. Tam peşine atılacakken bir anda ölüveriyor. Yenileri geliyor peşinden ve o umut dolu hayallerine hep geç kalıyor. Belki de eskiye olan özlemimiz bundandır, hayalimizdeki kendimize kavuşamamızdandır. Bunları yazmak mesela. Beni bir an için bile olsa önemli hissettirebiliyor. Sanki binlerce insan bu yazıyı bekliyor, yarın sabah gazete almak için evden çıkınca fotoğraf için kapımda bekleyen insanlar görecekmişim gibi hissediyorum. İşte hep hayatta kalmak için kendimize söylediğimiz küçük yalanlar bunlar. Yalanlarımıza önce kendimiz inanıyoruz sonra başlarının inanmasını bekliyoruz. Akşam düşüyor, yavaş adımlarla evlerimize dönüyoruz. Kulislerimize giriyoruz. Makyajlarımız dağılmış. Ayaklarımız şişmiş. Çok fazla ışık vardı, terledik haliyle. Müzikalin içindeyiz. Müzikler çok kötü. Sahne gösterişli. Seyirci uykulu. Mutlu görünüyoruz. Mutsuzluğumuzu gizlemek için. Yanaklarımız yorgun düşmüş. Sahte sahte gülmekten.  Aynı şarkıları dinliyoruz aynı insanlara kızıyoruz. Bir yandan da evde yemek yapan anne buhar olmuş mutfak camına bakıyor, camı hafifçe aralıyor. Televizyonu açmış yalnızlığı azaltsın diye. Saate bakıyor. Hem de hiç acelesi yokken. İnsan sıkıldığında saate bakar. Neden bu zaman geçmiyor diye. Hızlandırmaya çalışır, hızlanmaz. Ağır ağır geçer zaman. Tedavi yavaş ilerler kesin çözüme ulaşır.