Bu Blogda Ara

10 Şubat 2016 Çarşamba

uzak ışıklar

Küçükken hep uzaktaki ışıkları merak ederdim. Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçerken Avrupa'nın ışıklarını. Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçerken de Anadolu yakasının ışıklarını. İlk kez ada dönüşümde mesela, bütün gün sokaklarında terleyene kadar bisiklet sürdüğüm Heybeli'nin ışıklarını merak ettim. Işıklara yaklaştıkça meraklanmam gerekirken gittikçe duyarsızlaştım. Bütün merakım gitti. Yerini kendi dünyasında kurduğu uçan canavarları tokatlamaya çalışan kedileri izlemeye bıraktı. Kavga ediyorlardı. Büyük bir mücadele vardı. Fakat bir anda o büyük kavga bitiyor ve denize bakan banklarda oturan genç çiftin yanına doğru yürümeye başlıyorlardı. İçinden uzaklaştığım ışık heyecansızdı. Geride kalan hep bir sönüktü. Burnumun dikindeki ışıksa hep daha parlak ve daha cazip geliyordu. İlk uçak seyahatim mesela. Yolculuk İzmir'e... Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum ama cam kenarında olmama rağmen cama zor yetişecek boydaydım. Güç bela aşağıyı görmeyi başardım. Geceydi ve yer parlıyordu. Benim için büyük olaydı. Damar gibiydi. Kocaman bir vücudu birbirine bağlıyorlardı. Küçücük köyler, kasabalar vardı. Kocaman bir şehir de vardı. Beyin gibi. Bütün ışıklar oraya koşuyor, onda toplanıyordu. Kanat aşağıya doğru eğildi, ışıklar büyümeye başladı. Beyine doğru yaklaşıyorduk. İlk defa bu kadar fazla ışık görmüştüm. Heyecanlıydı benim için. Işıklar büyüdükçe seyrekleşmeye başladılar. Bana yine kocaman bir hayal kırıklığı. Uzaktan gördüğüm yanıp sönen şerit halindeki ışıkların üzerine indiğimiz an içimde kalan azıcık merakımı da yitirdim. Havada olmayı galiba bu yüzden çok seviyorum. Her şey elinin altında. Bütün ışıklar, bütün güzel manzaralar. En başta kendine uzaktan bakabilmen gerek. Biraz nefes alıp, sakinleşip uzaktan bakabilmek.